Derya’dan Irak Balık Alıklığı

Dekorlar yıkıp yerine simetriden uzak imajlar koyuyorum. Hayatımı ziyaret edenler, manasız objelerin gelişi güzel serpiştirilmesine bir anlam yüklemeye çalışıyor, yine yanılıyorlar. Sofraya bir tabak bir de bardak koyuyorum, tabağa beynimi, bardağa kanımı döküyorum. Kendimi yiyerek büyütüyorum gerçeği gözümde. Gözümü oydular belki, ben de gördüğümü tek gerçeğim sanıyorum. Kim bilir? Kim bilebilir ki Allah’ın bildiğini, varlığında dahi mutabık değiliz ki.

Sokağa çıkın milyonlarca insan kendisinden kaçıyor. Uçaklar, arabalar, yollar hep gerçeğinden kaçanlarla dolu. Her saat farklı birilerine randevuları var, yarına çıkmak zorundalar. Biletler, faturalar, çocuklar… Kalpleri boşa atmasın diye, aldıkları nefesten bile elektrik üretiyorlar. Efektif yaşamak zorundalar. Zira çok bilinçliler. Gözlerini dört açmışlar, rahat değiller, hayatları çok köşeli, haliyle dönelim derken virajı alamıyorlar.

En büyük sevinçlerin bile tadı kaçmış durumda. Zira yarından ödleri kopuyor. Ki o yarın geldi geçti, bu hal ödlerinin kopmuş hali. Bol bol fotoğraf çekiyorlar. Bol bol gülüyorlar. Ağlamak acizlik, ağlayan birini görünce kaçıyorlar. Zevk ü sefa ediyorlar güya ama kırıklar. İbadet de etmiyorlar, çağdışı edileli beri. Bir kısmı ediyor ama onlar da çok yoğunlar. Randevular, planlar programlar…

Konsere gidiyorlar, film izliyorlar, hayatın sırrını çözmüş adamları okuyorlar, ortada büyük bir leş var herkes oturmuş sofraya, afiyet olsun zıkkımlanıyorlar. Yaşlıları pek sevmiyorlar, Allah canlarını alsa da kurtulsalar. Çocukları seviyor gibiler ama hayat kolay değil; okullar, kreşler, aktiviteler, yarına yetişecekler, o yüzden yüzlerini göremiyorlar. İyi eğitilmiş ruhsuz ve piç bir nesil yani… Hızla büyüyorlar.

Kimse kimsenin yüzüne bakmıyor. Kimse kimse ile göz göze gelmiyor. Zira gözleri yüksekte, o yüzden düşünce iflah olamıyorlar. Kalkıp yürüseler de vicdanlarını yitirmiş haldeler. Gelene gidene çelme takıyorlar. Düşene de orospu deyip, küçük görüyorlar. Hâlbuki birbirlerini satıp payeler alarak hem orospu hem de pezevenk oluyor ama kendilerini beyefendi sanıyorlar. Nerden tutsan elinde kalıyor. Ellerini sürmeden yaşayayım desen ellerin bomboş kalıp hüzünleniyorsun ya, o da gelip oturuyor şurana.

Kalkıp gideyim diyorsun, sinende biriktirdiğin sıla hasreti, ilk adımla gelip çörekleniyor göğüs kafesine. Uzaklarda mutluluk hayalleri, bir vaha varmış orda, kim bilir serap belki. İkirciğinin makul gerekçeleri aklını kurcalıyor. Kimseye güvenecek halin yok, sırtında yüzlerce yara izi. Yarı yolda bırakıp gittiklerinin vebali omuzlarında, yanına aldıklarını tüketerek varacakmışsın gibi geliyor ama kürkçü dükkânına varıp postu seriyorsun orda.

Şüphe yok, ant olsun hüsrandasın. Vardım dediğin yere kanma! Yoktan var edeceğim diyecekler, ALDANMA! İsyan et! Var olmak hülyasına kapılma! Benlik iddiasında olma asla! Etrafını saran hayatı bırak yere usulca. Üstüne basıp ‘O’ hale eriş! Yeter kahrolma! Vardınsa, kal da görelim orda!


Ali Akçakaya

#ondörtgünyirmibirsaat

toplanın, anlatacaklarım var.
o, artık buraları okumuyor. hissediyorum.
nefretine tutunuyor çünkü iki eliyle sımsıkı.
aslında haklı,
sarmaşık gibi dolandıysa sevgi kalbine;
sık görülen bir durumdur hınçla koparıp atmak onları.

sizleri uyarmalıyım dostlarım;
bu ne bir şiir, ne bir deneme
sadece içimdeki karmaşanın kafiyeyle düzenlenme çabası.

ayrıldıktan sonra yalnızca #ondörtgünonsekizsaatyirmidakika ağladım.
yirmibirinci dakika tıraş oldum, yansımamı tokatladım.
biraz spor, biraz bakımla neler değişiyor inanamazsınız.
erkeğin en çekiçi yaşı için otuz derler;
sözün hakkını verir oldum, 
bir kadının aklını çelmek için yalnızca #otuzdakika uğraştım.

küfür etmemi oldum olası sevmiyordu.
ahmet ertegün, ray charles onu bıraktığı an ne hissediyordu?
çok da sikimde!?
nasıl olsa, ben seni unutalı yalnızca #birayaltıgünyirmibirsaat oldu

aslında her şey yolunda beyler, bayanlar
uzun süredir harcamayı unuttuğum tonla isimim var;
arat, müddet, kudret;
güven, onur, haysiyet.
daha saysam 99 tane olur da;
yalnız #yirmibeşgünonbirsaat öncesine kadar aklım anca bunlara mukayyet.

ancak sayın okuyucu,
o hırsına tutunmuş koparırken şiraz bağlarını;
durum bu yakada biraz farklı.
bir şato düşünün,
hah işte, o nasıl bir kabullenme!
sarmaşıklarla adeta barışık.
yıksa bile yavaş yavaş o heybetli duvarları, 
bir bahçevan yalnızca #ondörtgünyirmibirsaat uğraşsa onları ayırmayı,
yürek; “dur ulan!” der. “elleme!”
“elleme!”
“ellemesene be adam!”
“küçük bir ejderha geçmiş bak bu şatodan!”
her adım başı bol keseden anı saçmış.
onları yakmak için yaktığım ateş yalnız #beşgünbeşsaat önce sönmüş;
anlaşılan baya uzaklaşmış…

ey ahali!
uyanıkken her şeye bir çözüm var.
rakı, viski, bira, prozac, duman, insan…
yalnız bu rüyaların yapıldığı madde ne lan!?
kucağında bir bebek;
sarı kıvırcık, olsa olsa iki aylık…
köfte dudaklı,
gözleri çekik, annesi gibi,
bir ademoğlu ki biraz şişman belli,
yanaklar kırmızı, beyaz bir tende,
en ufak ayrıntısı gözümden gitmeyen…
söylemem gerek ki ben hiç çocuk sevmem;
karşılıklıdır tahminen.
ama kokusunu duydum ben onun; o kucağıma verirken…

sanırım yalnız #yirmibeş dakikadır hayatta en fazla sahiplendiğim,
fakat sahip olamadığım bir oğlan için ağlıyorum ben!
ama o kadar tatlı ki
bir görsen…

Ekşisözlük yazarı
Ahbebeğim