Karanlıkların Gözü Aydın

Gözümün yaşına bakmadılar. Ben de kumbaramda biriktirdim hüznümü. Yarınlarda en çok onlara ihtiyacım olur diye. Tasmamı tuttum sımsıkı, giden hiçbir taşıtın ardından koşmadım, kimsenin ardından havlamadım. Canım yandıkça, yandığımı gördükçe, odun taşıdı en ummadığım sevgiler ateşime. Etim, kemiğim bana savaş açtı, onların saflarında benim karşımda. İnanamadım, inanmak istemedim gözümün gördüğüne, onlara toz konduramadım ama onlar her seferinde imanımı sorguladı, sevgilerimi yargıladı.

Merhametsiz bakışlar fırlattılar hınçla bir hiçlik arbedesinin orta yerinde. Olay örgüsü kördüğüm oldu, tanrılarını da saflarına kattılar. Yüzlerce yıllık nifak tohumlarını sürdüler tarlalarına, hasat zamanı gelene kadar kara toprağı okşadılar aşk diye. Yazgıları yanılgılarıydı, yanılgılarını işaret ettim onlara, onlar bana bunun ağır bedelini ödeteceklerini haykırdılar. Süslü yalanlar gerçeğin çirkin yanlarını görüp korkanların aklını başından aldı. O saatten sonra herkes kendi yalanına sarılıp hayallere daldı. Halbuki gerçekleri kabuslarıydı, kabusları da yaşadıkları…

Çıkıp gittim, gitmek istediğim için değildi gidişim, mecburen arkama bakamadım, her baktığımda bakışımın değdiği yerleri dağladılar, manzaralarımı ateşe verip zorla yoluma ittiler beni. Halbuki onların yazgısında yaşayıp gidecektim, onların halinde, kendi halime yabancı. Yine de onların vicdanında karalar çalındı alnıma, beddular edildi toplu ayinlerle. Vicdanları kör testere, her yerimde kan kokuları, pıhtılar, mağlupların cenk meydanı. Yenildim, kaybettim ama onlar da kazanmadı. Hepimiz kaybettik ama ben yasını tutarken onlar mağlubiyetin tadını çıkardı.

Uykularım bölündü, her uyandığımda sen diye birini düşündüm. Onlara isimler verdim, saçlarına tokalar taktım, burun kanatlarına dokundum, hiçlik arbedesinden kalma yaralarıma dokundum sonra, acıyan yerlerime elini götürdüp hatırladın mı dedim. Gözlerine baktım, arkasını gördüm, bakışlarının dibini sıyırdım, doyamadım ama yaranamadım da sana. 

Kumbaramı açtım anılarımla yüzleştim. Melalim dedim, sana seslendim, olay örgüsündeki kördüğümüm, iç sessizliğim,  bırak elindeki kör testereyi, yokluğumdan istifade varoluş sancıları yaratma kendine.

Tanrılarına seslen günahkarı getirdim de! Ateşleri hazırla, yangınlara haber sal, karanlıkların gözü aydın olsun de.

O karaları bileklerimdeki kırmızıya sar, gör akıp giden renk cümbüşünü. 

Ali Akçakaya

Olmadı

Senin cenazene kimse gelmeyecek
Düğününe gelenler karalar bağlayacaklar
Selamına alacaklı olacak yakın bildiklerin
Her nefes alışında burnundan getirecekler hayatı
Yokuşlar koyacaklar ovalarına
Güneşine ceketlerini asacaklar
Şöyle içli bir bakış atayım diyeceksin denize
Mavilerine hafakanlar basacak
Çocuk olayım diyeceksin
Uçurtmanın gövdesine, sırtını dayayacak bir bahar esintisini çok görecekler
Olmadı diyeceksin
Hep bir ağızdan olmadı diyecekler

Ali Akçakaya 

Son Cümledeki Sonsuz Hece

Ceplerini karıştırdı, bozuk paralarla beraber masaya döktü içini. Etraftakiler bize baktı. İnsanların gözlerindeki mahkemede, infazlar hep ilk celsede. Suçlu ilan edildik. Suç önceden belliydi, urganlar yağlanıyordu köşede, millet doluşmuş temaşa ediyordu halimizi. Konu komşu delil topluyordu ağızlarıyla. Baklalar hala nemli olduğuna göre, birileri yine günahımızı alıp bizi sevaplarımızla baş başa bırakmıştı. Bir tek biz acıyorduk halimize, acıyan yerlerimize de pamuk tıkıyorduk kendi kendimize.

Gözünün yağını yediklerimizin gözüne batar olmuştuk. Bizi bir kıymık gibi gözden çıkarmışlardı. Biz de çıktık, gözleri aydı. Acı ama gerçek olaylar silsilesinde bir rüyadan küfürler ve hakaretlerle uyandırıldık. Kaybedip kazanılacak bir müsabaka gözüyle bakınca insan münasebetlerine, insan en yakınlarına bileniyordu. Kaybedecek zamanları yoktu, sizin kaybedeceğiniz günü iple çekiyorlardı haliyle. O gün gelince, o günün de önceki günlerden farklı olmadığını görüp Niğde’ye nasıl gidilir diye ahaliye soracaklardı.

Alttan aldığınızı düşündüğünüz her hadisenin neticesinde, yine o hep haklıların hoşgörüsü sayesinde varlığınıza tahammül edilmişti güya. İnsan yanılgılarıyla başbaşa kalmaya cesaret edemeyince, birilerine suçu yükleyip olay yerinden uzaklaşıyordu. Hayat sizden önce olduğu gibi sizden sonra da kaldığı yerden devam edecekti öyküsüne. Sizin küçük kıyametleriniz kimin umurunda. Kimin bayrağı sizin kopan fırtınanıza el salladı. Bu kadar fazla abartmayın sahneden size düşen payı.

Güneş kaç yaşına girdi biliyor musun? Kimin umurunda bu kaçıncı gece, neydi hatırla sana kurduğum son cümledeki son hece. Yalvarırım dedikçe yalvartmayı maharet sanan put, dualarımı kabul eyle! Söyle, kaç güzel gününüz kaldı elde. Kimler ağır geldi bize, kimler ağır ağır demir aldı dudaklarımızdan. Mutluysanız hepinize güle güle.

Elleriniz kördüğüm, kördüğümünüz kandan kelepçe, sizi hunharca kim sevecek kimbilir bir daha böyle. Ağzınızdan kaç kez çıktı kelimeler, kulaklarınız hep başka şarkılara kulak kabartırken, yazık ediyordunuz kendinize. Kaç ayrılık için yeriniz kaldı şu ahir ömrünüzde! Kavgasını verip yara aldığınıza değen ne var şu an heybenizde. Dibi delik bir işkembe, ciğere misafir bir nefeslik hayat, manasız bir yük, kifayetsiz bir hırs sadece.

Yani… hepsi, her şey yok yere!

Ali Akçakaya

Eşref-i Mahluğun Makus Talihi

Herkes kötüdür, sadece bazıları daha da kötüdür. Herkes kirlidir ama bazen bazımız daha da bir batar pisliğe. İnsan eşref-i mahluk değildir, insan bir ütopyadır. Bir erektir, yaşam mücadelesi de o erkeğe erişme çabası. Kaf dağları birer basamaktır. Zordur yani.

Su artık akıp yolunu bulamaz bu diyarda. Suya hükmetilmektedir. Denizlere değil barajlara dökülmektedir usulca. Oradan da büyük kentlerde yokluğa damla damla… Taş da yerinde ağır değildir artık, küçük küçük parçalara böldüler onu. Ağırlığını da manasını da yitirdi.

Var olan her şeye bir değer biçilince, çoğumuzun varlığı azınlıkların lükslerine armağan edilmiş oldu. Bu akıl almaz senaryoya kimse itiraz etmedi. Mantıklı gerekçeler kanuni zorunluluklar olarak uyulması gereken hayati kaideler olarak önümüze kondu. Bizim gönlümüz zaten olmuyor, onların ki olsun bari. Yoksa başka seçeneğimiz mi kalmamıştı ne! Aslında b, c, d seçeneklerimizi elimizden almışlardı. O yüzden her birimiz hep bir ağızdan bağırıyorduk; “a” doğru. Yani hakikat alğımız da onların iki dudağı arasındaydı.

Uçsuz bucaksız bir duvarda birer tuğla misali onların şatolarını çevreleyen değersiz bir yığındık. Hem onların güvenini sağlıyor hem de bağıra çağıra çektikleri nutukları, ördüğümüz duvara çarpıp bize emirler yağdıran bir yankı oluşunu, izlemekle yetiniyorduk. O gür ve korkunç ses, bizim sayemizde vücut buluyor ama biz bunu farkedemiyorduk. Zira hepimiz bir diğerinin yükü altında ezim ezim eziliyordu. Birimiz isyan edip duvara omuz vermekten vazgeçse belki, bir domino etkisi ile o koca duvar esaretimizi darmadağın edecek, sayemizde rahat nefes alan acımasız muktedirlerin mezarı olacaktı. Bunun farkında oldukları için aramızdaki harca nifak tohumları ekmeyi de ihmal etmiyorlardı. Çoğumuz o duvarın içinde çürüyüp, eriyip yok olana değin bunun farkına varmıyordu. Ya da farkına vardığında iş işten geçiyordu. Bu kirli saltanat böyle gelmiş böyle gidiyordu.

Acı olan yaşam mücadelemizi birilerinin huzur ve refahını tesis etmek için heba ediyorduk. Ne başka bir yaşamımız ne de başka bir mücadelemiz olmadığını bile bile. Buna razı gelmiştik güya, aslında başka türlüsünün olabileceğine ihtimal bile vermiyorduk. Kanmış, kandırılmış, dahası sinmiş sindirilmiş, korkmuş ve düzene omuz vermiştik, hepsi bu. Halbuki kaybetmekten korktuğumuz hayatı günbegün elimizden alıyorlardı. Çaresizlik içinde izliyorduk, ellerindeki kanlı kalemle kaderimizi çiziyorlar ve günü gelince kalemimizi varoluşlarına kurban ediyorlardı. Ellerine kanımız bulaşıyordu.

Eşref-i mahluk olmak hülyası taşırken manasız bir varoluş serüveninde yokluğa sürükleniyorduk. İnsanca yaşamaktan bihaber, varlığımızı onların kirli saltanatına kurban ediyorduk birer birer.

Ali Akçakaya

Ufuktaki Allık

Böyle hayal etmemiştim oysa. Böyle olacağına inanmamıştım. Bilerek, isteyerek eridim gittim. Anlamını onlar yitirmedi, ben yitirdim. Sıraya girince avanta kapmaya, sıradanlaştım. Sıram geldi sıramı da savdım. Şimdi kalabalık içinde bir hiçim. Kaygılarım yoldan geçenlerinkiyle aynı. Akşam aynı sıkıntıları düşünüyorum, herkes gibi. Korkularım suret değiştirdi.

Yaş kemale erince, dünyalık başımı döndürmeyecekti güya, gittikçe hamladım. Payıma düşeni hiç ettikçe, esiri oldum rafların, reklamların. Buradayım demenin en yavan haliydi, fani ihtiraslarım. Elde etmek için didişdiklerim, didindiklerim en bayağı adamınki ile aynıydı. Kendime ihanet etmiştim. Çok yaklaşmıştım halbuki, şimdi bir o kadar uzağım.

Hesaplarım değişti. Yarına dair fikrim, hissiyatım… Tereddütlerim bir köpeğinkinden daha asil değildi. Sus payını alınca ağzımın suyu aktı, o bir yudum su boğazıma yapıştı, boğuldum. Özden geçtim yani, ona yabancılaştım. Meramımı teraziye koyunca utandım, ağırlığını yitirmişti. İnsan kendisine bu kötülüğü nasıl reva görebilir ki! Yazık ettik, olan oldu, cevherin kalbi pas tuttu.

Şimdi uyanmalar, uyumalar hep aynılık içinde. Çağın vasatı olmak kaderine boyun eğdikçe, zelil olduk, pul olduk, piksellere bölündük. Manasını yitirince, maddesinde mana aramaya koyulduk. Hayır diye itiraz edelim istedikçe, bir hedef koydular önümüze ve o hedefe giden ağır engeller. O engelleri aşalım diye uğraşırken, muhakeme yeteneğimizi yitirdik. Amacın bu kadar bayağı olduğunu unuttuk. Bayağı davaların en hararetli savunucuları olmuştuk. Yazık ettik, yazıklar olduk.

Serseri bir mayın infilak ederken, hedefe kilitlenen bir ok bunuyordu, daha henüz tazeydi halbuki. Adresini yitirmiş bir kurşun beyhude hisler içinde ilerliyordu, maksat hasıl olsun isterken, insan yine her zamanki gibi maksadını aşıyordu. Bunu görmeyecek kadar sarhoştuk dünyaya, yaşamaya bağımlı halde sürünüyorduk oysa. Nefes alıp vermenin kendisine kutsiyet affedecek kadar gafil olduğumuz gerçeğine, yüz çevirmiştik. Yüzümüzü cambaza dönmüştük de, o da canımızı tersten okuyordu.

Vaktini beklemenin acizliği içindeydik. Bizi oyalıyorlardı. İpi, darı, ağacı hazırlıyorlardı sahnenin arka tarafında. Biz sahneyi iyi gören bir yerde bekliyorduk ama kimseden ses çıkmıyordu, belki kimsecikler yoktu. Sahne karanlık içindeydi, salonun ağır ışıkları üstümüze düşüyordu. Aydınlık kesiyordu kuytu yerlerimizi, hayallerimiz yaşadıklarımıza abanıyor,  olmuş olanın da olmamış olandan farkı olmadığını yineliyordu.

Tüm bildiklerimizi unutmuş da, unuttuklarımızdan mesul tutulmuştuk. Şimdi yazgımızda yazılanlara boş boş bakıyorduk. Saat sabaha geliyordu, garbın afakı kızıla çalıyordu.

Ali Akçakaya