Manasız Tantana

Yaranamazsın, yaranamayacaksın da, bu umutsuzluk hep ona. İnan dedikçe inadına zora sürecekler seni. Kaybetme korkunu açık ettikçe, seni gözden çıkaracaklar. Bu sefer oldu mu deme, asla oldurmayacaklar.

En içten tebessümünü verme onlara, yağmalayacaklar. Gecelerini talan edecekler, büyük bir hazla yapacaklar bunu. İçinde nefrete yer vermediğini deme sakın, merak edip o duyguyu arayacaklar, bulup çıkaracaklar meydana, buldum işte diyecekler, merhametini yok edip nefretinde göverecekler dikenli. Yapma deme sakın, yalvarma onlara, her şeyini alacaklar zaten, bari asaletin kalsın yanına.

Güldüğüne aldanacak ahali, umurlarına bir uğrayacaksın, sonra kendi yoluna bakacak hepsi. Yasına bir el sürecekler, elleri dilini çözemeyecek, ürperecekler, sonra unutulmuşlarının hanesine yazacaklar ismini. Neyin varsa verdiklerin, neyin varsa alıp gidenlerin izini sürecek, sen olan bitenin biteni, onlar başka öykülere namzet şimdi. Böylesi daha iyi diyeceksin, başka çare bırakmayacaklar, vazgeçen olacaksın güya, onların içi gayet ferah.

Yani günün sonunda, sana yaşanmamış sayılacak bir gün daha. Bu büyük aldatmaca, verdiklerinden fazlasını alıp gidecekler demiştim, böyle böyle azala azala, belki vuslata ramak kala…

Adaletlerine bırakınca kaderini, kendilerini aklayıp bütün günahları sana yazan melekleri omuzlarından indirince başın göğe erecek belki. Seni ateşlere atacaklarmış ya korkma, kül olana değin sus, sonra konuşsan da ne mana. Yeter artık bitsin bu manasız tantana.

Ali Akçakaya

Hoşt De

Kendi içinde bir yere sıkışır kalırsın. Alınan her karar yanılgı gibi gelir. Boğar, yorar, hırpalar ama sabretmesini de öğretir sana.  Beklemeden, ummadan yaşamasını… O içteki yerde, o insanı alt üst edip de var ol diye haykıran. Ki hep o izbede, yok oluş içinde, yüzüstü, kıskıvrak ve suçüstü.

Ah o karamsar çehre, seni çağıran o ses ve yankı ama prangalarını unutma sakın, katilini çok bekletme. En güzel elbiseni giy, o kokundan sür, bahar gelsin boynuna. Alınında eskimiş bir dudağın taze öpücüğü. Karanfil kokan nefesi alınyazının, merhametimin. Soğumuş sancısı karşısında intikamın, en sevdiğine. Hep kazanmış sayıldın değil mi ama hükmendi hepsi. Zafer şarkılarında kahır notaları, yorar seni tiz çıkılan yokuşlar, boğazına bir düğüm daha atar. Karşı yakaya geçerken bir akşam üstü, çıkıp kendinden ona iltica etmelerin, her şeyinle soyunuk, boynu bükük çocuk.

Parklarda oynayacak yaşı geçeli çok oldu, öyle mi! Bir parça da geç kaldık sanki. Herkes, her şey küçülmüş, evler, ağaçlar ve sen. Kim olduğunuzu bilmiyorum derken, hangi kitap beni sana anlatabilir ki, hangi fırça darbesi resmedebilir söyle. Yoldan geçen ışıklardan topla, yüzüme vur, kan ter içinde oluşumu seyret, içimden gel bana, çok bekletme.

Sonra, sonrası da var de bana. Bitmedi de, bitmedi ki bir daha baştan başlasın bu hikaye. Harflerden ayetler nakş et, kutsal kelamlar fısılda bana, seni inandır, sana döndür yüzümü, aşk de ve gevrek kahkalarımın göğe yükselişini izle, başını yasla sonuma. Ellerini avuçlarıma göm, dualarımız iç içe girsin, kiminki kabul oldu kimseler bilmesin.

Tılsımlı dilin avurtlarına çarptıkça nameler saf tutsun ay ışığının huzurunda. Parmağını ay’a doğru uzat ve bir kesik atar gibi aşağı doğru indir o güzel parmağını. Yaratıcıların son sözü sana versin, yaramazlık yapanları yaz kutsal kara tahtaya. Hepsi tek ayak beklesin cennetin kapısında, hepsine oh olsun.

Kendi kendine hapsolduğun gelsin bir ara aklına. Ayaklar altına alınca korkunu, cesaretin karşısında göğün secdeye gelişini izle.

Haşa diyecekler sana, sen de hoşt de onlara.

Ali Akçakaya

Ahmağın Rızası

Her şeyde bir leke gördüm. Temiz olan ne varsa, aslında kirlenmişti bile. Bir kirli el kol geziyordu. Bir kirli bakış her sokağı dolaşıyordu. Nefes alsak katran soluyorduk yok yere. Kimseye dert yanacak hal de kalmamıştı ya, hadi neyse. Herkes o derdi kendi hanesinden silip diğerine yazıyordu. O yüzden herkes kendi derdine yanıyordu üç günlük cehenneminde.

Her gün kanacağı yeni bir yalan bulma hülyasıyla kapısından çıkıp düşüyordu peşine olmazının, varolduğunu sanan ahmaklar ordusu. Herkesin olmazları vardı ve onları oldurmaya çabasına yaşamak diyordu. En akıl almaz derinlikler, sığlıklarla tuzağa düşürülüp yok ediliyordu. Hepimizin cesareti, o sığlıkta yaşadığını sandığımız bedenlerin cesetleri arasında bir yaşam emaresi arıyordu. Olmazı oldurmaya çalışmak, olsa da fark etmeyeceğini, fark etse bile asla değmeyeceğini anlamadıktan sonra, manası yoktu. Manası zaten hiç varolmamıştı, biz olsun diye dua etmiş, sonra da böyle oldu sanmıştık. Şimdi de sanrılarımızla başbaşa dualarımıza can atıyorduk.

Ne yapsak ne etsek iflah olmayacak varlıklara kendimizi ispat etmeye çalışmak gafletine dönünce yüzümüzü, her şeye sırt çevirmiştik de hesap gününde öğrenmiştik akibetimizi. Şimdi kim hangi kapıya git dese gidip orada bekliyorduk, neyi, kimi ve niçin beklediğimizi sormaya gerek bile duymadan. Kapı açılınca bizlere tepeden bakan cücelerin dev kibri karşısında sustuktan sonra bir güzel, başka kapıya diyorlardı hep bir ağızdan, biz de o başka kapıya yöneliyorduk. Nedenini kimse bilmiyordu, bilen varsa da belki korkudan susuyordu. Ama kimse neden, niçin korktuğunu bilmiyordu. Delinin biri, kuyuya bir taş atmış vakti zamanında, o taşın ürküttüğü kurbağalar kulaktan kulağa o delinin hikayesini anlatıp anlatıp korkularını diri tutuyordu. Halbuki içinde yüzdükleri su hafif hafif kaynıyordu. Korktukları başlarına gelmişti yani, ama o hazin sondan dem vuruyorlardı o halde bile. Halbuki o hazin sonu yaşıyordu çoğu.

Sonra gittik beyazlar giyindik. Yeni başlangıçlar için, tertemiz bir sayfa açalım istedik belki kendimizce. Ama dünden gelen o lekelerimiz kanıyordu. Beyazlar giydirsek de yalanlarımıza, o çirkin gerçekliği örtbas edemiyorduk haliyle. Bir birimizi çok yaralamıştık ama o yaraları düşmanlar açtı sanıyorduk. Düşmanlar hiçbir zaman o kadar sokulmamıştı ki bize, onları hiç tanımıyorduk ama nefret ediyorduk elbette. Her yerde düşmanların yaklaştığını ve bize kötülük yapacağını haykırıyordu görevliler. Biz de kendimizle olan kavgamıza daha da kenetlenerek devam ediyorduk. Kendi kanımızdan, kendi canımızdan olanların pususuna düşmüştük de düşmanı garbın afakında arıyorduk.

Kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların kaybetme korkusu ile saf tuttuğu bir yerde, öbek öbek olmuş bekliyorduk. Birileri ön saflardan bağırıyor, biz de elimizden geldiğince safları daha sıkı tutuyorduk.

Bizi hizaya getirenlerin mutlu oluşunu izliyor, onların mutluluğundan kendimize pay çıkarıyorduk. O payı bile bir yolunu bulup alıyorlardı elimizden, rızamız alınmıştı dünden.

Ali Akçakaya

Baltasını Saklayan Put

Tuttum her şey olayım dedim. O işin de ucundan tuttum, ellerim acıdı. Gülücükler derdim yüzüme. El ettim, göz ettim gidene, kal dedim, yapma dedim, böyle dedikçe azmettirdiğimi bile bile. Sonra ipleri çözdüm, sonra bir güzel sustum, sonra akşam oldu. Sonra gün geçti, günler, aylar, yıllar oldu. Oh oldu…

İçli adamım, hüznü nerede görsem tanırım, bir yakınımmışcasına hürmet ederim ona. Baş köşeye buyur eder, önünde diz çökerim. Tutar peşine düşerim bahar güneşlerinin, denizlerin göğe imrendiği yerlere bir al çalarım ki sorma. Tebessüm ederim ilahi adaletlere, inadına putların yüzüne yüzüne yakarırım, dualar ederim. Kabul olmaz diye bağırır ahali. Kabul edecek kim varsa söyleyin de çıksın meydana, söyleyin de putların baltasını çalan ibrahimlerden hesap sorsun, derim. Ahali ufak dilini yutar, ahali her akşam kendi karanlığında putlarıyla halvet olur. Kınadıklarına kınalar yakar da kurban eder tanrısına.

Nazarıma öyle bir mana nakşederim ki nereye gitsen ona muhtaç olursun. Kimse bir mana veremez sana, kimse o mertebeye erişip de dönüp gidemez başka kapıya. Gideni rüsva edelim mi diye bana sorar kader yazgıcıları. Dokunmayın derim, acırım, ağularımdan ikram etsem, o bile şifa olur canlara, ölmüşlerinin canına değer.
Kapısı, penceresi yoktur evimin, duvarlarıma resim asmam ben, böylesi daha güzel demem, dokunmam, olduğu halde kalsın isterim her şey, su kuruyana değin kalsın orada, çiçek çürüsün, ağaç yeşersin, güzellik, hikmet olanda. Bu tablo bana ait değil, bu imge ona… Ben de o yere dökülen su gibiyim, kuruyana değin o yerdeyim. Olduğu gibi olan cezbeder beni, oldurmaya çalışmak kifayetsizliğine düştükçe, bayağılık denilen kalleşlik beni sıradanların yaradanına muhtaç eder, beter eder yani. Beter haldeyim.

Tutar giderim, gün gelir dönerim gerisin geri. Bir içli türkü dolarım dilime. Gidene mi gidişe mi melalim bilemem. Sesimi ezanlar bastırır, vardır bunda da bir hayır der, içime atarım nameleri. Kedilerin kulaklarına hikmetli sözler fısıldarım, zemzemler içiririm, o tırtıklı dilleriyle avuçlarımdan öperler, dua yerine geçer. Ben kendimden geçerim de, kimden geçemem bilemem.

Gün gelir zalimleri, mazlumların duasına muhtaç eder her yaratıcı, bilirim. Zulüm de mazlumun duası hürmetine, üç gün daha devam eder. Sonra selası verilir, her belanın, her hevanın…

Elimi uzatırım toprağına, yüzüme sürerim karanı. Irmakların dökülür, uykularım, abdestlerim kaçar. Sabah edemem, ruhum bedenime şehadet eder. Cennetinde elma satarım helalinden, ısırana vebalini sorarım.

Ali Akçakaya

Sunu

Ben bu şiiri bin dokuz yüz kırk dokuzda yazdım
Derdim başımdan aşkındı
Ellerim cebimde İstanbul’a bakıyordum
Önümden bir yığın atlar geçti
Vücutları kan ter içindeydi
Senin gücün aklıma geldi, hiçbir şeyim kalmadı
Senin küheylanım
Senin al kısrağım
Bütün gün atlar önde ben arkada İstanbul’u dolaştım.

ilhan berk