Tasmadaki Kan

Koşmaktan mecal kalmamışken peşi sıra dizde, söylemekten dilde… İlk duraklar hep kalabalıkken, hayata tutunmak yorgun argın son bir umut, ha gayret ya nasip diye diye. Gidecekse günün sonunda, geçse bile,  kalmasına bağlanmış umutlar heba olmuşken, ağıtlarıma da antlarıma da güle güle.

Zorla değil ki her sürgün, çoğu zaman seve seve. Adresler mühürlü zarflarda verilmiş, bitmemiş hikayelere mutsuz sonlar iliştirilmiş, peki. Başlangıçlar karalar bağlamış, ağıtlar yakılmış gelene, dünyası kararmış, temennisi ışıklar içinde uyuyakalmıştır.

Huzursuzluk safhasına geçilmiş, modern kadını afakanlar basmıştır halvetiyle. Kavgasına tutuşmuştur sevdiğine, sevdiği nefretine. Yangınlara deli gömleği giydirip sokaklarda gezdirilmiştir, aleme ibret diye. İbretler alınmış herkesin göreceği bir yere konmuştur. En acıklı yanı da öykünün yarıda kalmasıymış gibi, hüzünlere kılıflar uydurulup haklı olmanın adil olmayan gururuna sarılıp ağlanmıştır. Kadına iyi olmuştur, erkek rolünü unutunca rüsva.

Nereden başlasak bir ayağımız hep aynı çukurda. Kiplere manevi angaryalar taksim edip cümleye ağır manalar yükleyince, zaman geçse de aynı yerde farklı neticeler beyhude beklenmiştir, hayır gelmeyeceğini bile bile. Gelmiş olanın çoktan geçtiğini, ya da geldiği yerin dünde bir yer olduğunu bilememiştir, cahilliğinden değil de işine öyle gelmiştir.

Hayvani olan ağır basmış, etine zehir katılan köpek, afiyetle nefis öğününü hiç etmiştir. Ağzından salyalar akarken şehvetle havlanmış, onu kudurtan tasmasına kan bulaşmıştır. Suçu herkes köpeğe atınca, sahibi de itine sahip çıkmamıştır. İt inleye inleye can atarken yokluğa, kervan da yürümüştür sonsuzluğa.

Çürümeye yüz tutmuş etler arasında tenini arayan ruhlar, evsiz yurtsuz kalınca, varoluşuna yüklenen boşluklar da kırılmıştır sana.

Ali Akçakaya

Keçi Yolu

Köhnemiş kentlerin tekinsiz sokaklarında yürüdüm, uzağında senin, sesinin. Hiçbir şeye değmeyeceğini demiştim sana, değmedi, öyle kalmadı da, değişti, geçkindi.

İnsan zihnini götüremüyor, hep takılı orada, ona mukayyet ol, keçilerimi iyi bağla. Bana sıcağından ayır, yazından, terli yanlarımı kurutma. Kavganı ver bana, sessizliğine göm, tekmeler savur taburelere, yüzümde korkuya dair ne varsa ateşinle dağla, korkma.

O kadar kendimden geçtim ki, yollarım hep sarpına abandı. Bir bedduanın en içten halini taşıdım bağrımda. Heveslerimi hiç ettim çoktan, sürükleniyorum avazına. Her şeyini verince bir şeyin kalmıyor ya elinde. Ellerimdeki boşluğa talihim yazılmış, tahta da tebeşir de kara. Bir yolu hep oluyor da ona da gönül razı olmuyor. Çıkmazında göğe bakıp sabır diliyorum Tanrına.

Tüm suçu aynı adamın üstüne yığıp masumiyet bayrakları açılıyor. Göğün canı acıyor da susuyor. Sonsuza kadar susacak adam biliyor,  bildikleriyle sınanıyor. Arpa boyu yürüyoruz el ele, ekinler hasat ediliyor, kuru yazların sarı başaklarından taç yapıyorum, nafile sana. Manzaralar iliştiriyorum yollarına, uçurumlarından düşüyorum da Allah’tan kanatlarım var, sarplarından aşağıya süzülüyorum. Kuytularına dudaklarım değiyor, kanıyorum. Kanıyorum zehirli bir güzelliğin dehşetine. Etin ötesinde bir ülkeye varıyorum, nazarlardan kem gözlerden sıyrılıp, kurşunlar dökülüyor başımdan, sonuma nazarından boncuklar takıyorum.

Keçilerimin ipini çözmüşler. Ben de peşlerine düşmüşüm. Diyar diyar gezmişim atlasını. Arzıma seni iliştirmişim meğerse, dönüyorum işte, ben ardın sıra keçilerim önde, kaçtığı yere.

Ali Akçakaya

Aynaların diline acı biberler sürenler

Ne değişti ki, her şey aynı, olması gerektiği gibi, yaşananda yalın bir hakikat gizli. Roller, oyunlar ve senaryolar, tam zamanında sahnesini alıp iyi kötü rolünü ifâ edenler, değil ki ötesi. Suçlusunu aramak ve bulmak neyi değiştirir ki, suçlu da senaryonun kurbanı. Kurbanlar kime ki?

Bir yerlere ulaşmak için çok şeye sahip olduğunu unutunca üzerine çöken o ağırlık var ya, seni sen yapan şeye bir hayli uzak yerde. Yolun sonunda kesişen yalanlar, o yalın hakikati yüzüne vuracaklar, sen öyle san, kaybetmedim ki. Sen kazandın diyelim de, peki neyi? Kazandınsa uğruna neyi kaybettiğinin muhasebesini yapma bari, neticeye anlamlar yükle, hayra yor. Var mı başka çaresi!

Yazdığın tüm hikayeler iki günlük anlamlar taşıyacak, hepsi bu. Üzüldüğün şey, uğruna vazgeçtiğin ve bir yerde vazgeçildiğin neyse işte o. Varlığına makyajlar yapacaklar, kendini bulamayacaksın, ah o yola koyulmuş vasat kalabalıklar. İlk sağanakta renkler akacak yaşların arasında. İnsan hep kaybettiğine ağlamaz, kazandığın zaferler seni yenilgiye uğratacaklar. Sahnelere davet edecekler seni, yüksek yerlere çıktıkça her şey daha da alçalacaķ, yani etrafını alçaklar saracak. Ve günü gelecek tabii, ayağın kayacak herkes gibi, alçaklarda bir yere düşüp, hiç olduğun gibi hiç olacaksın yine, eski günlerdeki gibi. Dahası yok ki, ne bekliyordun, herkes kendi yağında kavruluyor, sadece yağı çok olan biraz daha fazla yanıyor. Yanan ne ki, can mı, canan mı, ötesi mi?

Seni esir alan bu köleler var ya, en âlâ efendiden daha gaddarlar, unutma. Zayıflar zayıfları ezmekten başka çare bilmezler. Güçlüleri memnun edince dahasına erişecekleri zannı onları güdüler. O zayıfların diyarında kanun koyucular da güya zayıfların tarafında. Herkes zayıfların tarafında olsa da savaşları hep güçlüler kazanır, kalabalıklar o yüzden kaybetmeye hükümlüler ve her gün milyonlarca zayıf, yükümlülüklerini yerine getirip şükrederler. Şükredenlerden olurlar.

Sana saygısı kalmamış sevgiler taşır kalpler. Bir tereddüttür bu, arada kalmışlık, o arada yaşanır sevgiler. Savaşların ortasında yani, orada zayıfların diyarında. Kaçıp kurtulmak istedikçe etrafını sarar, içine doğar, senden ötede değiller, uzaklaşamazlar çünkü içinden gelirler. Yanı başından bile daha yakındır, kaderini yakınlarına azmettirirler, sen ihanet desen de herkes hükmünü yerine getirir, rolü öyle icab eder. Hiçbir repliğini boş geçmez, öyle yerde öyle bir laf eder ki, kendisi de inanamaz söylediğine. Pişman da olsa o söz söylenmiş, o sahne yaşanmıştır, tam da senaryoda yazıldığı gibi, ne eksik ne de fazla. Alkışlar rolünü en iyi oynayanlara…

Peki ne olur günün sonunda o yalın hakikate. Çok badireler atlatır, çok yalanlara kurban edilir, makyajlar yapılır, aynaya bakınca tanıyamaz kendini. Bu ben miyim der, ayna ona yalan söyler, aynaların diline acı biberler sürerler. Mahkemeye çıkarırlar hakikati bu hale getirenlerin faillerini. Şahitler dinlenir, dağ taş dile gelir, gökler yarılır, zembillere binilir. Yani her şey olması gerektiği yerde, olması gereken kronolojide vuku bulmuştur.

Bir oldu bittiye gelir yaşananlar, yaşadıkların, yaşamın yani. Öğreneceksin mutlu sonlara anlam yüklememek gerektiğini. Kazananlar da kaybedenler de kaderine ağıtlar yakarken, ocaklara kara haberler düşer. Haberi olmaz ahalinin, durup düşünecek vakit yoktur, bitmez ödevler, yükümlülükler.

Hayat bir yerde kalmaz tabii, seni savurur, ötekini boşluğa iter, yolcuları tanımaz, yolu bilir, bilinmeze hüküm giymiştir.

Herkes cehennemini cürmü kadar bir yere kendi elleriyle inşa eder.

Ali Akçakaya

Yaldızlı Hakikat

Her söz söylenmişti. Her duygunun ifadesi alınalı da bir hayli olmuştu. İyi bildiğimiz ne varsa, iyisiyle kötüsüyle geride, gerisinde yaşadığımızın. O anlar cümlelerde yer bulamaz hala gelmişti sonunda, oh ne âlâ. Her vücut ruhunu teslim edip ellerini havaya kaldırıp son bir nefes almıştı, zorla.

Sonra o cadde geldi aklıma, o ara, bir mutluluk arbedesinden kalma alnımdaki yara, biliyorum okunaklı değil, bırak kalsın okuma. Neyi kastettiğime gelince, içi boşalınca dışına yamanan mana, yunmuş yıkanmış bir leke, hadi sırası gelince, son gülüşün üst çekmecede.

Yak ışıkları, karanlığıma kan doğra. Solgun gözlerini gezdir tenimde, haramından günahlar getir, etinden aşk doğra. Bir daha gelmeyecek bir rüyanın son anından kalma bir karedeyiz de sen ona, siyahımın yanına beyazından koy. Denizlerine dalgalarım nakşolsun bırak, kıyılarına vuran parçalarımdan kendini yapboz, bir kenarda kumdan kaleler yap, bir bardak suda fırtınalar kopar, enkazlarından seslen de sesimi bastıran dalgalara adımı söv.

Beni kötü yad et içini ferah tutacaksa, dışına makyajlar yapadur, güzellik nedir ki başka. Ben en çirkin halimle gidiyorum sana, bulamayınca, bunamışcasına yoluma bakıyorum. İşimi hal yoluna koyup, kimliklerinden kendimi sıyırırken canımı da… Hadi çık pencerene, semtime çöken sislere dudakların değsin, sonra canıma. Ki burnumda, o ateşine döktüğüm okunmuş suyun şeffaf kokusu. Belki geç kaldığım bir çağın son gününde, orada, ilk buluştuğumuz yerde, yıllar da önce. Başa sarıyorum galiba, sarıp sarıp öpüyorum fatihalarla okunmuş hücrelerini.

En sevdiğim kitapların kapaklarını yaldızlarla boyuyorum, sayfalarına kokularından sürüp dualarla açıyorum buruşmuş olanını. Boş sayfalarda gezinirken içimden geçeni döküyorum yaldızlara, ağdalı koasların kasvetini atıp üzerimden, sessizliğinde buluyorum kendimi. Huzuruna geliyorum çarelerimden kurtulup. Üzerime çöken arzusunu varoluşun, bir hiç uğruna feda ediyorum. Kendimden geçiyorum sana, diz çöktüğüm toprağında buluyorum çamurumu, ona üflüyorum adını, yaktığın canımı.

Aşka geliyorum yani, ona dönüyorum olduğum yerde. Filizler veriyorum, yok olduğum yerdeymişim meğerse..

Ali Akçakaya

Sayıklamalar

Otobüs duraklarına gittim. Gelip geçenlere bakakaldım. Bir akşam vakti, üst geçidin orada durdum, bu sefer sustum orada. Boğazlardan aktım, sulara kirlendim, bir kedi geldi tünedi kucağıma, başını okşadım. Bir şey düşünmedim, aklımdan bir şey geçmedi. Amcam öleli 20 yıl olmuş, zamanın zarafeti.

Kitapları ittim kenara, notlara bakmadım hala. Üzgün müyüm, pekala. Bu vasatlığın ortasında, sıramı savamadım ya, onun da zamanı var gelir belki. İşler güçler bitmedi gitti, daha iyisini giymek, alasını yemek için mi? Peki! İyilik güzellik olsun dedik diye mi? Kursağımızda yaldızlı lokmalar, yüksek ökçeli egolar, başımız göğe de ermedi. Eremedik gitti. Neticenin hüsranına gelinlikler giydirip mürvetlerine ağıtlar yaktık. Lakin o canlar hala burnumuzda “tütüyor”. Biz kimiz ki, kimliksiz serseri! Bunalımın hüviyetini asıp boynumuza, yolladılar göklerin voltasına, kuşların arasından karalara nazar ederken, o şimdi orada dediğimiz kim varsa, vakti zamanı gelince çekip gitti. Bize düşenin hükmüne yok dedik de, noksanımıza makyajlar yapanlara sus payımızı veremedik. Onlar bir yolunu bulup ağzımızın payını vermişti.

Sonra ne mi oldu. Biletler aldım, pasaportlar, kırmızı ışıklarda dalgınlıkla yollara koyuldum, korna sesleri, küfürler, karşılar, kapalı çarşılar, kazaya bıraktığım namazlar. Benden de geçti sonunda, o da oldu, benden de geçti, cesaretsizlik değil de ne gerek var diyecek kadar tutarsız bir vazgeçmişlik, ya da dillendirmeyeceğim kadar kutsal, ya da batılların baltasındaki nazar. Ne olacaktı ki? Ne yapsan yap, herkesle aynı mahşerde haşrolacaksın ya, ondan belki. Çok da gereği yokmuş yani. Boşa bunca tantana, şatafat falan filan, ne bileyim işte. Belki çoğu şey gibi öylesine. Hadi canım sen de, yaz da geldi, bu kaçıncı yaz, kazlar ve dağlar arasında sevişeli. Barutun ateşle imtahanında aldığım zayıf nokta, hatırlamıyorum şimdi hangi cümlenin sonunda!

Ne mi oldu da yazayım dedim. Bilmem, belki bu kentin havasındaki paydan bana düşen nefes gibi gelgitli bir his. Ya da hep gellerinde yakalandığım manzaralar, yakamozlarımı boğazladılar. Ellerine ay bulaştı, bütün olanlardan onlar sorumlular. Bir çay söyle de içelim, ya da boşver ben geçeyim, biraz yürüsem iyi gelecek. Hadi bakalım öyle olsun, şu hangi adaydı bildin mi, hangisi sağdan ikinci mi, o o, bilmiyorum ki. Çok yürüdük bugün, çok yürüyünce insanın aklına ne gelir ki. Şuradan bir su alayım boğazım kurudu. Adaya bir vapur yanaşıyor. En son ne zaman gittin oraya? Sana ne, boşversene. Sen boşverebildin mi peki!

Bir dilemma, bir araf, ellerim ceplerimde, odunumu sırtladım, al getirdim sana, ateşini harlayacak kadar güçlü nefesimi. Dokun ona, yan, külünü savur yatağıma!

Ali Akçakaya