Münezzeh Noksanlıklar
Derimin yüzülmüş yanını tuzuyla ovaladı, bana ait değilmiş o. Ben başka biriymişim de kendime getiriyor eliyle. Saksımın suyunu değiştiriyor, köklerimi kemiriyor, filizlerime sövüyor durmadan.
Yakama taktığım dikenin sivri yanlarını törpülüyor, boyun bağımı bağlıyor sonra, böylesi daha iyiymişcesine. Eviriyor çeviriyor da doğru yanımı bir türlü bulamıyorum işte. Ben çıkıp gidiyorum kendimden, dışarıdan bakınca acınacak halime. Suallere en doğru cevabı arıyorum durmadan, bir yankı arıyorum da tutunup bir ucundan cümlenin sonuna varayım diye. Külyutmaz bir öğretmenin en haylaz çocuğuyu muyum ne, bu sınıfı geçince büyük adam olacağım herhalde.
Olamadım işte, bunu yapınca tastamam olur dediğim ne varsa eksiltti bende. İnsan doğduğu , büyüdüğü semtin sokağında nasıl kaybeder kendini, bu sokağı dönünce hangi yana düşer ki gölge. Hangi evin bahçesine kaçtı topum, kulağımı en son kim çekti böyle. Hafızamı yitirdim mi ne, aynaya baktığımda gördüğüm ne, kimin yakını kimin uzağı, hele bir de.
Tanımadığım adamlar peşimde bilmediğim nedenlerle, etrafım sarıldıkça hasretle, ellerimi kaldırıyorum, sobe. Bütün suçlamaları kabul ediyorum sonunda, ne varsa bende… Yüzüme okunuyor gerekçeler, amalar, fakatlar ve bir sürü ipe sapa gelmez zırva. Bir şeyi çözüme kavuşturmaya çalıştıkça, onu kaybediyoruz. Acımız büyüdükçe biz de küçülüyoruz karşısında. Hizaya sokuyorlar bizi, adam ediyorlar, kendimize getiriyorlar zorla, kimliklerimizi yenileriyle değiştiriyorlar, sen busun diyorlar, kabul ediyoruz, elimiz de mahkum ya. Biz de o oluyoruz günün sonunda, sonra hep bir ağızdan “sen busun işte” diye aşağılanma pahasına.
Suyuna gittiklerimizin vahalarına varma umuduyla, aklını kaçırmış mecnunların çöllerinde, serapların gönlünü çalıp susuzluğumuza derman arıyoruz beyhude. Manasını kendisinde aradığın ne varsa hepsi mi berhava, hepsi mi noksan, bu kadar tantanaya ne hacet, günün sonunda yazdığın hikayede sen yoksan.
Ali Akçakaya