Noksandan Doksan Dokuza
Bir savaş yerine vardık, ortalık puslu ve karanlık. Gökyüzünü çalmışlar, güneşleri kayıp. Bu insanlar ne yapıyorlar burada. Sabahı zulmet akşamı kayıp. Kimse soru sormuyor, hakikat kör, hak ayıp. Bize düşen hiçten bir parça, vardan ırak yoktan fazla.
Yol uzayıp gidiyordu ötede, beride her şey boşluğa itiliyordu. O anlar hepsi artık yok hükmünde. Hükmü veren gaybına susuyordu. Mühürlü sessizliği ağzımızda yuvarlayıp harflere iliştiriyorduk. Hepsini özene bezene yapıyorduk. Eserimize baktıkça varlığımıza iman ediyorduk fütursuzca. Oysa manayı nesneye yükleyen de bizdik. Altına altın dediğimiz için o da altın olmuştu, kime ne değer verdiysek onun ederi oydu, ne noksan ne de fazla.
Sonrasına vardık elde var iki sure bir dua. Lakin geldiğimiz yere hasrettik hala, vardığımızla kaldık Ya Rab anla. Evet sonunda güya başardık, kazandık derken mağlup olduğumuz günlere el açtık. Yansımalarımızı takip edip çemberin bir uçundan diğer tarafına zafer nidalarıyla ulaşmıştık. Nereden gelip nereye vardığımızı hiçbir zaman anlamamıştık yazık. Sadece her zamanki gibi sanmıştık.
Şimdilerde sanrılarımızla başbaşa sayıklıyorduk adını. Bir adını unutsak bir diğeri geliyordu aklımıza. Mukayese ediyorduk her nesneyi, mana yüklüyorduk da ağır geliyordu. Bir manasız tantana, bir hummalı koşuşturma, lakin yokluğa hüküm giymiştik hay Allah.
Şapkamızı önümüze koyup derin derin düşünüyorduk üçünce tekil adları, tespih taneleri saçılıyordu her yana. Dudağımız hafif hafif kıpırdıyordu birden. Doksan dokuza gelince noksanlığımız vuruyordu yüzümüze.
Başka bir şey düşünmeye mecalimiz kalmıyordu. Olana şükür olmayana hamd ediyorduk. Rüzgar hafif hafif esiyordu. Sessizce ant içiyorduk.
Ali Akçakaya