Hissî Beslenmede Mânânın Önemi
Prof.Dr. Yunus Çengel
Kitap; mürekkep ve kâğıttan oluşan, gözle görülen, elle tutulan bir nesnedir. Ama aslında kitabı kitap yapan, içindeki mânâlardır. Kitabın maddesi, mânevî varlığı olan mânâsı yanında bir hiç gibi kalır. Zaten son yıllarda gittikçe yaygınlaşan ve onlarcası bir tek cd’ye veya hafıza çubuğuna (flashcard) sığan elektronik e-kitapların ne kâğıdı vardır ne de mürekkebi. Kelimeler, ışığa dönüştürülen elektrik enerjisiyle ekran sahifelerinde istenen renkte yazılabilmektedir. Hattâ denilebilir ki kitap denen şey, mânâların sahifelerde görünmesini sağlayan bir perdedir, bir ekrandır, bir kılıftır, bir dürbündür.
Kitabı kitap yapan şey nedir?
99 gram kâğıt ve bir gram mürekkepten oluşan 100 gramlık bir kitabı, üzerine rasgele bir gram mürekkep dökülmüş 99 gram kâğıt ile karşılaştıralım. Madde olarak, 100 gramlık bir kitap ile 100 gramlık mürekkepli kâğıt arasında hiçbir fark yoktur. Bunları madde tahlili yapan bir lâboratuvara göndersek, her ikisi de aynı tahlil neticesiyle geri gelir. 100 gramlık kitap ile 100 gramlık mürekkepli kâğıt, madde olarak aynı olduğuna göre, bunların aralarındaki her fark, mânâ ile alâkalıdır ve dolayısıyla mânevîdir. İşte kitap için mânâ denen şey, kâğıt ve mürekkep dışındaki her şeydir. O yüzden diyebiliriz ki;
Kitap= Kâğıt, mürekkep, vs (madde) + Mânâ
Hattâ daha küçük bir boyutta, yazı âleminin temel yapıtaşları harflerin dizilimlerini kelime yapan yine mânâdır. Denebilir ki kelimelerle ifade edilen mânâlar, mânâ âleminin en küçük birimleri, yani atomlarıdır. Meselâ, ‘kitap’ bir kelimedir, çünkü bir mânâsı vardır; ama aynı beş harften oluşan ‘kipat’ bir kelime değildir, çünkü taşıdığı bir mânâ yoktur. Yine diyebiliriz ki;
Kelime= Harf veya ses dizilimi (lâfız) + Mânâ
Kelimelerin özüne yolculuk
Kelimelerde esas olan mânâdır, harf dizilimi olan lâfız ise, sadece bir kılıftır. Mânâ öz, lâfız ise kabuktur. Mânâ lâtif, lâfız ise kesiftir. Mânâ ruh, lâfız ise cesettir. Demek bir harf dizilimi, ancak bir mânâsı veya ruhu olduğu zaman bir kelimedir. Yani kelimeler de insanlar gibi bir bakıma ‘canlı’ varlıklardır ve onların ruhları mânâlarıdır. Mânâsını kaybeden bir kelime, ruhu giden bir insan gibi ölür ve dağılıp gider. Yeni bir kelimenin doğması için de, önce mânânın oluşması lâzımdır. Sonra bu mânâya uygun bir lâfız bulunur. En uygun lâfız ise ‘şeffaf’ olandır, yani içinde taşıdığı mânâyı en berrak ve canlı şekilde gösterendir (kurt ve kuzu -hattâ kadın ve erkek- bedenlerinin ruhlarına uygunluğu gibi). Zîrâ mânâ ile madde, ruh ile beden, öz ile kabuk ters orantılıdır; biri kalınlaştıkça diğeri incelir.
Mânâ ile lâfız zamanla özdeşleşir ve cilt ile beden gibi birbirinden ayrılmaz olur. Bunları yeni bir lâfız uydurarak ayırmaya kalkmak, bir kişinin derisini zorla yüzüp ona yeni bir deri takmak gibi cinayettir. Yıllar süren yoğun bir bakımı gerektiren böyle bir operasyon çoğu defa doku uyuşmazlığından, mânâ bedeninin yeni lâfız derisini reddetmesiyle başarısızlıkla neticelenir. Sonunda elde boşa giden emekler, boş yere çekilen acılar ve yıpranmış bir cilt kalır. Bu şekilde birçok kelimesi dumura uğratılmış bir dilin sağlıklı gelişmesi çok zordur.
Mânâlara kılıf olan lâfızlar, zaman ve mekânla değişebilir (bugün ‘mektep’ yerine ‘okul’ kullanılması, İngilizce konuşulan yerlerde kelimeye ‘word’ denmesi gibi); çünkü maddîdirler. Ama asıl olan mânâlar sâbittir, zaman ve mekân üstüdür, çünkü manevîdirler. Yani mânâlar değişik yerlerde değişik mahallî kıyafetlere bürünüp öyle görülürler ve bir zenginlik ve çeşnilik oluştururlar. Benzer şekilde, mânâlar zamanla değişen modaya uyarlar ve kılıf değiştirirler.
Kelimeler mânâların temsilcisi olduklarından, kişilerin kelime hazneleri, mânâ zenginliklerinin, anlama ve ifade etme kabiliyetlerinin bir ölçüsüdür. O yüzden kişilerin kültür seviyeleri, konuşma ve yazmalarından anlaşılır. Dili kaba saba kullanan bir kişinin, anlayışı da kaba sabadır.
Şimdi kelimelerdeki madde ve mânâ münasebetini daha yakından inceleyelim. Meselâ ‘kitap’ kelimesinin ne mânâya geldiğini hepimiz biliriz. Peki, bu mânâ ‘kitap’ın neresinde? Harflerinde desek, değil. Çünkü ‘k’ ve ‘a’ gibi harflerin kitapla ilgisi yok; zaten bu harflerin tek başlarına belirli bir mânâları da yok. Keza, aynı harflerden oluşan ‘kâtip’ veya ‘patik’ kelimelerinin mânâları tamamen değişik; ‘kipat’ın ise, mânâsı bile yok. Demek ki kelimelerin mânâlarının kaynağı, yapıtaşları olan harfler veya sesler değil. Zaten harfler olmadan da kelimeler ve mânâlar vardı. Ancak çoğu zihin, soyut mânâları çıplak olarak göremez. Mânâlara bildik kıyafetler giydirmek lâzımdır ki, soyut mânâlar somut hayalî kıyafetler arkasında görülüp tanınsın.
Mânâlar değişik bir boyut olan mânâ âleminden gelir. Harf ve ses dizilimlerinden tamamen bağımsızdır. Zaten aynı mânânın değişik dillerde değişik kelimelerle ifadesi de bunu gösterir. Kelime denen şey, belli bir harf (veya ses) diziliminin belli bir mânâ ile münasebetlendirilmesi ve zamanla özdeşleştirilmesidir. Başka bir ifadeyle, kelimeler, mânânın harf (veya ses) diziliminden oluşan kılıfa girmesi ve onunla bütünleşmesiyle oluşur. Zaten yeni bir dil öğrenen bir kişi de aynen bunu yapar: Bir harf veya ses dizilimini bir mânâ ile münasebetlendirir ve o mânâ; o harf veya ses diziliminde parlayıncaya (veya ruh bedene girinceye) kadar tekrarla onu pekiştirir.
Bu, biraz da üzerinde değişik cisimlerin isim ve resimlerinin olduğu elektrikli bir panoya benzer. Meselâ ‘kitap’ kelimesine dokununca kitap resmi aydınlanıyorsa, bu bizim bir kelimeye dokunarak elektrik yoluyla ışık ürettiğimizi veya kitap resminin bir ışık kaynağı olduğunu göstermez; sadece, dokunmayla kesik bir devreyi kapatıp elektrik akımının kitap resmi arkasındaki bir lâmbayı yakmasına imkân verdiğimizi gösterir. Eğer panodaki elektrik devreleri sese duyarlı ise, ‘kitap’ diye seslendiğimiz zaman da kitap resminin aydınlanacağını göreceğiz (aynen birisi ‘kitap’ diye seslendiğinde veya gözümüz ‘kitap’ yazısına iliştiğinde zihnimizdeki kitap mânâsıyla beraber hayalimizde bir kitap resminin aydınlanıvermesi gibi).
Mânâyı maddeden ayırmak, özü posadan ayırmayı ve mânâyı tam ve doğru olarak anlamayı mümkün kılar. Ayrıca, önyargı ve şartlanmaları kaldırıp mânâya uygun değişik maddî kılıf araştırmalarının da önünü açar. Meselâ, ‘kitap’ mânâsı, yazı âleminde ‘k-i-t-a-p’ harf dizilimiyle tezahür ettiği gibi, ses âleminde ‘ki-tap’ ses dizilimiyle tezahür eder. Sağır ve dilsizler için kullanılan işaretler âleminde ise, aynı mânâ parmakların belirli pozisyonu ile ifade edilir.
Kelimelerin bir araya getirilmesiyle cümle meydana gelir. Ama rasgele yan yana konan birkaç kelime bir cümle oluşturmaz; çünkü cümlenin ruhunu teşkil edecek mânâ bütünlüğü oluşmaz. Cümle kurmak, mânâ âleminin temel yapıtaşları olan kelime mânâlarından daha büyük bir mânâ inşa etme sanatıdır. Bu, doğru ölçülerdeki boru veya künk parçalarının uygun bağlama elemanları ile birleştirilip içinden suyun rahatça akabileceği bir hat oluşturmaya benzer. Kelimelerle de öyle bir oluk oluşturulur ki, içinden kastedilen mânâ akar. Benzer şekilde, birbirini destekleyen cümlelerin bir araya gelmesinden oluşan daha kapsamlı mânâya paragraf denir. İlgili paragrafların bir araya gelmesiyle ünite; ünitelerin birleşiminden de kitap meydana gelir. Bu, bir vücutta hücrelerin belli bir fonksiyonu icra etmek için bir bütünlük içinde bir araya gelmesiyle organ, organların benzer şekilde bir araya gelmesiyle de bir vücut oluşturması gibidir.
Mânâyı meydana getiren unsurlar
Çevremizi ve varlıkları algılarken genellikle beş temel duyumuzu (görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma) kullanırız. Bu beş duyu madde âlemini idrak eder. Yani maddesi olmayan bir şeyi (akıl ve sevgi gibi) göremeyiz ve yine maddesi olmayan şeylere dokunamayız. Bunun neticesi olarak maddeyi gerçek varlık, maddesi olmayan şeyleri de âdeta hayalî varlıklar veya maddî etkileşimlerin tezahürleri olarak görürüz.
Neden kitap okuduğumuz sorulsa, herhalde akla ilk gelen cevap, ‘bilgi edinmek’ olacaktır. Yani, çoğu kitaplardaki mânâ, ağırlıklı olarak ‘bilgi’den oluşur ve kitaplar, yüzyıllar boyunca yazarın bilgisini kâğıda döküp okuyucuya aktarma vasıtaları olarak kullanılmışlardır. Akıl, madde olan beyin ile bağlantılıdır; ama kendisi madde değildir. (Beyin de temel yapıtaşları elektron, proton ve nötron olan atomlardan oluşur ve atomlarda ‘akıl’ veya ‘şuur’ diye bir şey yoktur). Beyin-akıl münasebeti, aynen kelimelerdeki harf dizilimi-mânâ münasebeti gibidir. Akıl, mânâ olan bilginin tezahür yeridir. Hattâ denebilir ki, bilgi, akıl midesinin gıdasıdır ve aklı parlatır (ışığın elmasın gıdası olup onu parlatması gibi). Kitaptaki kelimeler vasıtasıyla bilgi, yazarın akıl âleminden okuyucuların aklına aktarılır. (Tâbi ki bilgi benzer şekilde bir konuşmacı tarafından seslere ve hattâ elektromanyetik dalgalara yüklenerek de dinleyicilerin aklına aktarılabilir).
Mânâ havuzu olarak hisler
İnsanda yüzlerce değişik ulvî veya süflî his mevcuttur; her bir hissin de ayrı ayrı lezzet ve elemleri vardır. Yeme hissi ve midesi olmayan bir canlının açlık elemi de yoktur, yemek zevki de (aynen otlar gibi). Bir hissin gelişmesi iştah ve ihtiyacı doğurur. İştah ve ihtiyacın tatmini haz, tatminsizliği ise ızdırabı netice verir. Hislerin de gelişmeye, açılıp âlemdeki güzellikleri görmeye; kendi güzelliklerini sergilemeye meyli ve şevki vardır. İnsanlardaki hislere, mânâ tarlalarına serpilmiş tohumlar olarak da bakılabilir. Filizlenmeyen hisler, ölümün kardeşi olan ‘uyku’ hâlindedir. Bir meylin önünün açılması, bir iştahın uygun bir gıda ile tatmin edilmesi gibi bir rahatlamadır. Bundan dolayı uyuyan bir hissin varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktur.
İnsan, ulvî hislerinin uyarılması ölçüsünde hakiki insan olma yönünde gelişme gösterir. Yani insanı insan yapan, akıl, şefkat, adalet, ihsan vs gibi, müspet mânâ ile beslenen hisleridir. Birisi için ‘büyük insan’ dendiğinde o kişinin ‘kaç kilo’ ve ‘kaç metre’ olduğu değil, ne yaptığı, daha doğrusu ne tür bir davranışla hangi ulvî haslete sahip olduğu anlaşılır. Yeme içme ve rahat içinde yaşama gibi sadece maddî hislerin tatminini hayatın gayesi yapmak, mânevî ve ulvî hisleri unutmak, hayvanlığa ve hattâ bitki seviyesine inmektir.
Faydalı ve zararlı mânâlar
Mânâlar, yiyeceklerdeki besinler gibi, genellikle saf değil, karışık olarak gelir. Yani mânâ taşıyıcıları, kimi zararlı birçok mânâyı beraberlerinde getirir. Bir-iki güzel mânâ ile beraber bilmeden birçok zararlı mânâ da gelebilir. Hattâ ders veren iyi niyetli birisi, bilgi gibi güzel bir mânâyı verirken farkında olmadan insandaki bazı negatif hislerin beslenmesine ve bazı hislerin zamanından evvel uyanmasına sebep olabilir; verilen ders bazı kişilerde tam ters bir tesir yapabilir. Meselâ diyet yapan bir kişiye pasta veya çikolatadaki kalorilerin fazlalığını resimler eşliğinde uzun uzun anlatmak, söz konusu imaj ve sesleri zihne âdeta perçinler; böyle bir hâdiseyle karşılaşan kişi de, genellikle hislerle olan mücadelesini kaybedip diyeti bozar. Çünkü bu anlatımda -güya akla verilen ziyafette- aslan payını hisler almıştır. Neden yemek yediğimiz sorulsa; ‘vücudumuzun besin ihtiyacını karşılamak için’ deriz. Ama önümüze taze havuç ile beraber havuç pastası getirilse, herhalde bile bile besin yüklü havucu bırakır, kalori yüklü pastayı yerdik (Çocukları sadece bilgilendirerek terbiye edebileceklerini zannedenlerin kulakları çınlasın). Benzer şekilde, bir kitaplıktan çok defa ilmî kitaplar yerine şiir, roman ve hatıratları seçeriz. Çünkü bu tür kitapların ihtiva ettiği mânâlar sevgi, şefkat, merak, adalet, kahramanlık gibi şeylerdir; bu mânâların insandaki muhatapları da hislerdir. İnsanda, farkında olmadığımız; fark etsek de, tam olarak tespit veya teşhis edemediğimiz yüzlerce his vardır. Bu hisler, mânâ sofraları veya denizleriyle bağlantılı mânevî mideler veya havuzcuklar gibidir. Beş temel duyumuz (görme, işitme gibi) mânâ sofralarıyla irtibatı sağlayan kanallar ve vanalara benzetilebilir. Mânâ sularıyla beslenen bir his havuzu, zamanla bir göl ve hattâ bir derya olurken, beslenmeyen hisler çorak bir çukur olarak kalır. O yüzden madde itibarıyla âlemde bir nokta bile olamayan insan, mânevî bağlantıları itibariyle tek başına bir âlemdir. Meselâ insanda tek bir his (veya manevî uzuv) olan hayalin yutamayacağı ve eline alarak evirip çeviremeyeceği maddî bir varlık yoktur.
Bir hissin uyarılması, zamanla onun gelişme ve büyümesini netice verebilir veya onu öldürebilir. O yüzden okunan bir kitap (benzer şekilde dinlenen bir müzik veya konuşma, seyredilen bir tv programı vs.), aslında hisler için de bir sofradır. Kişi hangi sofraya oturacağına dikkat etmelidir. Cenab Şehabettin’in ifadesiyle: “Mide için lokma ne ise, beyin için fikir odur. Hepsi beslemez; bazıları zehirler.” Okuma hızı ve alışkanlığı gelişsin, değişik fikir ve düşünceleri öğrensin diye çocukları buldukları her şeyi okumaya teşvik etmek, faydalı ve zararlı ayrımı yapmadan her yiyeceği yemelerine izin vermek gibidir. Çünkü kitap okumak, bir televizyon programı seyretmek ve hattâ bir konuşmayı veya şarkıyı dinlemek bir bakıma mânâ ile beslenmek demektir. Henüz kötü mânâları iyilerinden ayırt edebilme, kötüleri filtreleme ve atabilme kapasiteleri gelişmemiş olanların ne yediklerine dikkat edilmelidir. Amerikalıların dediği gibi, “kişi, yediği şeydir.” Çocuklarının maddî yapılarına girecek olan maddeleri itina ile seçen anne ve baba, çocukların manevî yapılarına girecek olan mânâları ve mânâ taşıyıcılarını da aynı itina ile seçmelidir. Günlük vitamin ihtiyacına gösterilen hassasiyet, günlük güzel mânâ ihtiyacını karşılamada da gösterilmelidir. Yoksa bedenen gayet kuvvetli ve sağlıklı; ama ruhen cılız ve marazlı kişiler yetiştiriyor olabiliriz.
Meselâ aşk romanları, romantik sevgiyle yüklenmiş birer mânâ küpüdür. Aşk romanı okumak, aslında romantizm ve sevgiyle ilgili hislere bir mânâ ziyafeti çekmektir. Kitap, mânâ lokantasında bir masadır. Yiyecek ve içecekler, kelime ve cümle garsonlarıyla başka âlemlerden getirilip servis edilir. Kitap birçok âlemde sonsuz hızla gezebilen bir arabaya da benzetilebilir. Kitap okumak, bu araba ile mânâ âlemlerinde seyahat etmektir. En ‘sürükleyici’ romanlar, iştah açıcı olarak merak hissini ustaca kullanan, birçok hissi acıktırıp doyuran romanlardır. Çok roman okuyarak veya film seyrederek romantik sevgi hislerini besleyip büyütenler, bu hislerini doyurmak için romantizm yüklü kelimelere kuvvetli bir ihtiyaç hissederler. Bu da düzenli olarak roman okuma ve pembe dizi seyretme alışkanlığını netice verir. Aşırı kaçan bu beslenmeler, his dünyasında taşkınlıklara yol açarak ‘his obeziteliği’ sendromuna sebep olur. Benzer durumlar diğer hisler için de söz konusudur.
Tek başına bilgi neden doğru davranışa yol açmaz?
Bunların farkında olmayan Batı dünyası, bilgi ile aklı güçlendirerek insanların akıl ve mantığa uygun doğru kararlar vereceğini, zararlı yolu bırakıp faydalı yolu tercih edeceğini farz etmektedir. Ama milyonlarca insanın zararlarını bile bile sigara içmeyi tercih etmesi gösteriyor ki, kuvvetli bir negatif his, bilgi ile teçhiz edilmiş akıl gibi müspet bir hisse baskın çıkabiliyor. Keza, Batı âleminde cinsiyet eğitimi gittikçe daha erken yaşa alınıyor; ama ilgili problemler azalmıyor, aksine artıyor. Çünkü zihnin bu konularla meşgul edilmesi, merakın da işlettirmesiyle birçok hissin zamanından evvel uyanmasına, beslenmesine ve henüz tam gelişmemiş muhakemeyi mağlup edip kişiyi yönlendirmesine sebep olabiliyor. Bütün bunlar eğitimde akıl ile beraber diğer müspet hislerin de güzel mânâlarla beslenip geliştirilmesinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Hissî ve mânevî beslenmede nelere dikkat edilmeli?
Şu iyi bilinmelidir ki tasvir ve tarif -ister yazılı, ister sözlü, isterse görmeye dayalı olsun- bir ziyafettir. Ama o ziyafet sofrasına akıl ile beraber davetsiz bir sürü misafir de oturur. O yüzden hangi sofraya oturulacağına, oturulan sofrada ne ikram edildiğine çok dikkat etmek ve kelimeleri ve hattâ yüz ifadelerini ona göre seçmek lâzımdır. Bir şey okurken ve dinlerken, hayal melekesi, okunan veya dinlenen şeylerin mânâlarını resimlendirir; akıl ile beraber diğer hislerin de beğenisine sunar.1 Faydalı ve zararlıyı ayırt edemeyen çocuklar önlerine konan her şeyi yedikleri gibi, saf zihinler de ikram edilen mânâları iyi ve kötü ayrımı yapamadan yerler. Bu yüzden zihin bulanmasına ve hattâ bozulmasına mâruz kalırlar. Bu sebeple bilhassa çocukların ve nispeten saf insanların yanında kötü ve çirkin şeyleri iyice tasvirden mümkün mertebe kaçınmalı, zihinlerin bozulmasına ve güzel hislerin rahatsız olmasına meydan verilmemelidir. Aynı şeyi ifade için kullanılan kelimeler arasında seçim yaparken de mânâsı güzel ve nezih olan seçilmelidir ki, hayal, zihnimiz için güzel imajlar dokusun; nezih hisler gıdalanıp gelişsin. Mesela ‘yüz’ ve ‘surat’ akıl için aynı şeyi ifade eder. Ama hisler için aralarındaki fark, üzüm suyu ve sirke arasındaki farktan az değildir.
Aslında madde olarak algıladığımız her şey -atomaltı parçacıklardan galaksilere, mikroplardan insana kadar- madde ve mânâ karışımıdır; âdeta madde ve mânâ iplikleriyle dokunmuş bir kumaştır. Ve esas olan madde değil, mânâdır. Madde sadece mânâların beş duyumuz tarafından algılanmasını mümkün kılan elbisedir. Yani mânâ öz, madde ise kabuktur. Mânâ iç, madde ise dıştır. Mânâ ruh, madde ise bedendir. Mânâ zaman ve mekân üstü, madde ise zaman ve mekâna ve dolayısıyla fizik kanunlarına tâbidir. Madde kimine göre ince bir tül, kimine göre ise, kalın bir surdur. Bunlardan biri hakikat, diğeri ise zulumattır. Bakış açısı birini diğerine çeviren bir sırdır. Vicdan ise sağlam bir kantardır. Surlar, tüle dönüşmediği sürece, çok mânâlar çok nazarlarda gizli kalmaya devam eder.
Dipnot
1. Kullanılan uzuvların ve işletilen kabiliyetlerin geliştiği; kullanılmayanların da köreldiği dikkate alınırsa, insanlarda mucitliğin tezgâhı olan hayal hissinin gelişmesinde okumanın seyretmekten daha önemli olduğu ortaya çıkar. Tv programları, görüntü ve ses ile beslenen birçok hissi de uyandırıp beslediği için, keyif verir. Okuma esnasında ise, hayal yoğun bir faaliyetle bu ses ve görüntüleri kendisi dokur; mânâ elbisesi giydirerek okunanları görünür hâle getirir. O yüzden okuma yorucudur; ama hayal edebilme kabiliyetini geliştirerek ferdin gelişmesine katkı yaptığı için, okumanın eğitim değeri yüksektir. Bir yere arabayla gitmek, yürüyerek gitmekten çok daha kolaydır. Arabayla, gidilecek yere çok daha hızlı varılır; ama bacak kaslarının gelişimi ve sağlığa olan olumlu katkılar ancak yürümekle kazanılır. Bununla beraber, beş duyuyla doğrudan alınan hazır imajlar, insanların imaj dokuma tezgâhı olan hayalin ürettiği imajlara nazaran çok daha kuvvetlidir. O yüzden, hayal ile beraber göz ve kulağa da hitap ederek ve onları da aktif ve katılımcı hâle getirerek istenilen tesirler çok daha verimli ve hızlı olarak meydana getirilebilir.
Sızıntı Dergisi