Devasız Derman
Birileri iyi haberler getirsin diye beklerken hep zift kokan mektuplar aldım, isimsiz ve pulsuz. Pahalı yalnızlıklar yaşarken mutlu mesut, paha biçilemez gençlik anılarını heba ettim anlamlı bir hiç uğruna. Sonra iyice elime yüzüme bulaştırıp hayatı, güya yaşamış oldum kendi payıma düşeni. Oysa yaşayacağım kadar, yaşadığım da puslar ardına tünemiş inatçı bir lekeydi, yundukça derine işliyordu.
Uçsuz bucaksız olan cezbediyordu hep olduğu gibi. Dalganın ötesinde, bulutun arkasında arıyordum varlık illetine iflah olmaz bir deva. Derbeder oldukça her kavgada, bir yenisi için hazır ediyordum etimi ve hafifleyen kemiklerimi. Kime kan ve revan kaldımsa, bana reva gördüğün bu mu dedirtti sonra. Kim için yara aldımsa, o devasını da alıp düşman saflara katılıp çapraz ateşlere attı benliğimi. İyi de etti!
Dersimi aldım ama tüm imtihanlardan çaktım yine, alışılageldiği gibi. Bahaneleri dolayıp dilime, itiraz ettim yüksek sesle, o ulvi o yüce makamlara. Şükür denen küçük haplardan yazdı lokman hekimler, çağdışılık diyip burun kıvırdım. Bir lokmam bir de hırkam vardı, onları eskimiş sandukalara koydum özenle. Sonra düştüm yola, hep aradın, ne aradımsa elimle koymuş gibi de buldum. Bulduklarımı yolda önüme çıkan ahmaklara sattım. Satacak çok şeyim vardı artık. Alacaklısı oldum, kapısına dayandım dünyanın. Bana daha çok ver diye diye inlettim yeri göğü. Varlıklı olunca servetin hamisi sandım kendimi. Büyüklük sanrıları baş gösterdi, çağdaş hekimlere kese kese altın verdim. Sarayımın en güzel odasında huzuruma geldiler el pençe divan. Bu derde bir deva bulun dedim. Eteğimi öpüp bunun bir sanrı olmadığını söylediler hep bir ağızdan. Sonra dev aynaları koydular yürüdüğüm koridorlara. Kendimi bir şey sandıkça, hepsi bunun hakkım olduğunu haykırıyordu.
Gerçekten uzaklaştıkça, hakikati söyleyenlere de düşman kesilmişim meğerse. Hekim diye huzuruma çağırdıklarım da malıma mülküme köle olan ruhsuz ve kifayetsiz kişilerin şahsiyetsiz evlatlarıymış. İyice tembihlemişler aman hazretlerini üzecek, kızdıracak bir şey demeyin diye. Etrafımda bana doğruyu söyleyecek kimsem kalmamış. Doğruyu görenlerin gözlerini, doğruyu söyleyenlerin de dillerini dağlamışım. Her şey ufacık bir yalan üzerine bina edilmiş saadetimin makus talihine doğru ilerliyormuş, fecre çeyrek kala.
Onca cefa, onca emek, fersah fersah çileli yolların sonunda beni bekleyen manzara bu muydu yani? İçine düştüğüm bu yaldızlı çirkinliğin büyüsü artık değersizlikten başka bir şey değildi. Lezzet alacağım bir lokmam, huzur bulacağım bir dostum yoktu artık. Son çare, çağdışı görüp burun kıvırdığım lokman hekimlerin kapısını çaldım. Derdimi, sıkıntımı bir bir anlattım. Sahip olduğunu sandığın her şeyden azat ol öyle gel dediler. Gittim saraylarımı yıktım, kölelerimin zincirlerini kırıp kendi krallığına karşı savaş verdim. Tekrar çaldım o kapıyı. Şimdi git o sandukayı bul sana yetecek kadar ganimet var orada dediler.
Peki onca emek, onca çile ne içindi! O meşhur hiç için mi? Karaya oturmuş küçük bir sandalda bir ömür kürek çekmişim olduğum yerde meğerse! Varmayı umduğum yerde yokluk beni bekliyormuş yani.
Her şey sandığım bu koca kainat, belki ansızın çöken bir uykuda görülen güzel bir rüyanın kabusuydu. Ya da kan ter içinde bir kabusun ortasında göveren o ufakcık pembe düş.
Ali Akçakaya