Eşref-i Mahluğun Makus Talihi
Herkes kötüdür, sadece bazıları daha da kötüdür. Herkes kirlidir ama bazen bazımız daha da bir batar pisliğe. İnsan eşref-i mahluk değildir, insan bir ütopyadır. Bir erektir, yaşam mücadelesi de o erkeğe erişme çabası. Kaf dağları birer basamaktır. Zordur yani.
Su artık akıp yolunu bulamaz bu diyarda. Suya hükmetilmektedir. Denizlere değil barajlara dökülmektedir usulca. Oradan da büyük kentlerde yokluğa damla damla… Taş da yerinde ağır değildir artık, küçük küçük parçalara böldüler onu. Ağırlığını da manasını da yitirdi.
Var olan her şeye bir değer biçilince, çoğumuzun varlığı azınlıkların lükslerine armağan edilmiş oldu. Bu akıl almaz senaryoya kimse itiraz etmedi. Mantıklı gerekçeler kanuni zorunluluklar olarak uyulması gereken hayati kaideler olarak önümüze kondu. Bizim gönlümüz zaten olmuyor, onların ki olsun bari. Yoksa başka seçeneğimiz mi kalmamıştı ne! Aslında b, c, d seçeneklerimizi elimizden almışlardı. O yüzden her birimiz hep bir ağızdan bağırıyorduk; “a” doğru. Yani hakikat alğımız da onların iki dudağı arasındaydı.
Uçsuz bucaksız bir duvarda birer tuğla misali onların şatolarını çevreleyen değersiz bir yığındık. Hem onların güvenini sağlıyor hem de bağıra çağıra çektikleri nutukları, ördüğümüz duvara çarpıp bize emirler yağdıran bir yankı oluşunu, izlemekle yetiniyorduk. O gür ve korkunç ses, bizim sayemizde vücut buluyor ama biz bunu farkedemiyorduk. Zira hepimiz bir diğerinin yükü altında ezim ezim eziliyordu. Birimiz isyan edip duvara omuz vermekten vazgeçse belki, bir domino etkisi ile o koca duvar esaretimizi darmadağın edecek, sayemizde rahat nefes alan acımasız muktedirlerin mezarı olacaktı. Bunun farkında oldukları için aramızdaki harca nifak tohumları ekmeyi de ihmal etmiyorlardı. Çoğumuz o duvarın içinde çürüyüp, eriyip yok olana değin bunun farkına varmıyordu. Ya da farkına vardığında iş işten geçiyordu. Bu kirli saltanat böyle gelmiş böyle gidiyordu.
Acı olan yaşam mücadelemizi birilerinin huzur ve refahını tesis etmek için heba ediyorduk. Ne başka bir yaşamımız ne de başka bir mücadelemiz olmadığını bile bile. Buna razı gelmiştik güya, aslında başka türlüsünün olabileceğine ihtimal bile vermiyorduk. Kanmış, kandırılmış, dahası sinmiş sindirilmiş, korkmuş ve düzene omuz vermiştik, hepsi bu. Halbuki kaybetmekten korktuğumuz hayatı günbegün elimizden alıyorlardı. Çaresizlik içinde izliyorduk, ellerindeki kanlı kalemle kaderimizi çiziyorlar ve günü gelince kalemimizi varoluşlarına kurban ediyorlardı. Ellerine kanımız bulaşıyordu.
Eşref-i mahluk olmak hülyası taşırken manasız bir varoluş serüveninde yokluğa sürükleniyorduk. İnsanca yaşamaktan bihaber, varlığımızı onların kirli saltanatına kurban ediyorduk birer birer.
Ali Akçakaya