Resimdeki Pıhtı

İki el uzanmış boynuma dokunuyor, parmak uçları soğuk, bir yüz görüyorum güzel, dudakları arasından buğulu bir nefes yükseliyor, onu izliyorum.

Akşam vakti tenha bir mahkeme salonundayım, dikilmişim huzurunda boşluğun, hesap veriyorum. O nefesin buğusu çıkıyor arşa, dağılmadan. Üşüyorum, kanım çekilmiş, asırlar geçmiş gibi. “Ben hala neden yaşıyorum?” diye soruyor bir adam, susamışım boğazım da çorağın senin. Cebimde sikkeler; gümüşten, altından. Kaygılarım zor ayakta duruyor, yıkılacak da o mahkemedeki boşluğa düşeceğim diye korkuyorum.

Veremeyeceğim hesabım da yok esasında, daha önce verdiklerimin muhasebesini yapınca, zararıma yanıyorum, kavruruluyor. İçerdeyim yani, kararlı bir karanlığın ortasında, başımı almışım iki elimin arasına, arkama baka baka gidiyorum. Beni onlar sürgün ediyor aslında, alınyazısı diyorum ama hangi dilde yazılmış bilmiyorum, harfler yumru olup oturuyor o çorak boğazıma. Seni bırakıyorum kişisel tarihimin talihsiz dününe bakan yamacına, yüzüne güneşler vuruyor. Tebessüm edeceğim de zamanı değil, yasını tutuyorum, iki tümce arasında.

Ben artık sayfamı ayaza çeviriyorum, sayfalarım buz tutmuş, mürekkebim kurumuş, sana bunları diyemiyorum. Dilime prangalar vurulmuş, fena mı olmuş yani, döktüğüm diller hep lal, kime ne içimde semaha durmuşsa mısralar.

Duvar duvar olmuş bulutlar, geçit vermiyor. Bir adam secde ediyor, kabesi karalar bağlamış, adım zikrediliyor dualarda, birinin aklına gelmişim sonunda. Biri sofralar kuruyor, sebilinden kevserler akıyor, baş köşeye buyur ediyor beni, gencecik kızlar şaraplar getiriyor, yüzüme bakmıyorlar ama. Esriğim, gencim daha, otuz üçümden gün alıyorum.

Biri alıyor beni o sofralardan, alıp doğduğum köye götürüyor. Bir tavşan kanıyor, iki yılan çeşmenin üstünde raks ediyor, iki el ateş sesi yankılanıyor sonra. İrkiliyorum, yılanların raksı bitiyor. Ahali toplanmış temaşa ediyor. Öldürmek kutsananı beri oluk oluk kardeş kanı sürülüyor alınakına, ben büyüyüp o sofradaki yaşa geliyorum. Gözüm seni arıyor, senin gözlerinden kendime bakıyorum ama seni göremiyorum.

Bitmemiş bir cümleye kaldığım yerden devam etmek istiyorum da cümlenin başına bir türlü varamıyorum. Sonra lal olduğum geliyor aklıma, sonra semtine sırt çeviriyorum. Uzaklaşayım diye varlığından yola koyulmuşum. İki ileri bir geri derken olan oluyor, seni de kendimi de seçemiyorum. Kalabalığın ortasındayız, bulanık bir görüntüde iz sürüyorum, ağzımı bıçak açmıyor.

Dilime acı biberler sürmüşüm, dudaklarım kanıyor, sessizce öpüyorum seni, resmine kan damlıyor…

Ali Akçakaya

Sabr-ı Cemil

Yaşamamış, yaşamayacak varlıklar, hep telaş içinde, hep aceleleri var. Yetişmek zorunda oldukları aşikar. Koşuyorlar nefes nefese, içlerini kemiren sorulara cevaplar arıyorlar. Cevapları mimiklerinde, sessizliklerinde, cevapları silah olarak kullanıyorlar, hepsi yaralanmış, en fazla üç gün daha yaşarlar.

Sabahları zifiri karanlıkları yarıp cehennemlerine gidiyor, yüzlerini otobüslerin tutmaçlarına asıyorlar. Hayat pahasına hayatlarını harcıyorlar, hesapta büyük bir boşluk var, onu da imanları ile dolduruyorlar. Ölmüşler de selalarını dinlemek için gömülmeyi bekliyorlar.

Korkuları çok büyük, kaybetmekten çok korkuyorlar, ki kaybedecek neleri olduğunu kendileri de bilmiyorlar. Tehditlerden yılmış çoğu, sırf var kalmak için yaşamaktan feragat etmiş zavallılar. Düşmanlarını evlerinin baş köşesine buyur edip önünde diz çöküp oturmuşlar, huşu içinde cellatlarını dinliyorlar. Şükür Allahlarına canları sağ, başlarını sokacak bir evleri var. Dualar ediyorlar hep, başlarına bir felaket gelmesin diye, geliyor tabi, gelince de birbirlerine sabrı tavsiye edip, o zor günü de geride bırakıp daha zor günlere demir alıyorlar.

Erken yaşta evlenip çoluk çocuğa karışıyorlar. Bilmedikleri hayatları ekranlardan izleyip imrenmeyi bile akıl etmiyor, kendilerini sefalete layık görüp, onları sefalete mahkum edenlere toz kondurmuyorlar. Arada birilerinin gözü açılıyor tabi, onlar da kazıklarını atıp ekranın öpür tarafından eşe, dosta yardım elini uzatıyor, ah ne yüce gönüllü insanlar var.

Ne çare, elden ne gelir, kaderin de bir planı var, ahali kaderine terk edilmiş, bu kafayla o kaderin de beterine mahkumlar. Kederleri, kaderleri üst üste, kaderin üstünde bir kader var, üf diyince yerle bir olmuşsa bunda kimin, ne kabahati var. Gücü eline geçiren kimse hak vermiş, hakkını ona helal etmişler yani. Sonra makul şüphelinin peşine takılmış, suçluyu arıyorlar, en büyük suçlu masumlar.

Günün sonuda olay tatlıya bağlanıyor tabi. Sonra kaldıkları yerden, sütten çıkmış ak kaşıklarıyla yumuluyorlar halil ibrahim sofrasına. Ortadaki tencerenin dibini sıyırmışlar çoktan, tencere boş artık en azından onu biliyorlar. Efendilerinin gönlü razı gelir mi, bir emirle kazanlar kaynatılıyor. Kepçeyle aldıklarını kaşıkla geri veriyor tuzu su görmemişler, onlar da sonradan gördükleri kadarını yaşıyorlar.

Başlarından bela eksik olmuyor ama Allah sabredenlerin yanında, buna da şükür diyip sabrediyorlar. Sabırsızlar kaldığı yerden devam ediyor çalıp oynamaya, ne de olsa üç günlük dünya…

Ali Akçakaya