Yaldızlı Hakikat

Her söz söylenmişti. Her duygunun ifadesi alınalı da bir hayli olmuştu. İyi bildiğimiz ne varsa, iyisiyle kötüsüyle geride, gerisinde yaşadığımızın. O anlar cümlelerde yer bulamaz hala gelmişti sonunda, oh ne âlâ. Her vücut ruhunu teslim edip ellerini havaya kaldırıp son bir nefes almıştı, zorla.

Sonra o cadde geldi aklıma, o ara, bir mutluluk arbedesinden kalma alnımdaki yara, biliyorum okunaklı değil, bırak kalsın okuma. Neyi kastettiğime gelince, içi boşalınca dışına yamanan mana, yunmuş yıkanmış bir leke, hadi sırası gelince, son gülüşün üst çekmecede.

Yak ışıkları, karanlığıma kan doğra. Solgun gözlerini gezdir tenimde, haramından günahlar getir, etinden aşk doğra. Bir daha gelmeyecek bir rüyanın son anından kalma bir karedeyiz de sen ona, siyahımın yanına beyazından koy. Denizlerine dalgalarım nakşolsun bırak, kıyılarına vuran parçalarımdan kendini yapboz, bir kenarda kumdan kaleler yap, bir bardak suda fırtınalar kopar, enkazlarından seslen de sesimi bastıran dalgalara adımı söv.

Beni kötü yad et içini ferah tutacaksa, dışına makyajlar yapadur, güzellik nedir ki başka. Ben en çirkin halimle gidiyorum sana, bulamayınca, bunamışcasına yoluma bakıyorum. İşimi hal yoluna koyup, kimliklerinden kendimi sıyırırken canımı da… Hadi çık pencerene, semtime çöken sislere dudakların değsin, sonra canıma. Ki burnumda, o ateşine döktüğüm okunmuş suyun şeffaf kokusu. Belki geç kaldığım bir çağın son gününde, orada, ilk buluştuğumuz yerde, yıllar da önce. Başa sarıyorum galiba, sarıp sarıp öpüyorum fatihalarla okunmuş hücrelerini.

En sevdiğim kitapların kapaklarını yaldızlarla boyuyorum, sayfalarına kokularından sürüp dualarla açıyorum buruşmuş olanını. Boş sayfalarda gezinirken içimden geçeni döküyorum yaldızlara, ağdalı koasların kasvetini atıp üzerimden, sessizliğinde buluyorum kendimi. Huzuruna geliyorum çarelerimden kurtulup. Üzerime çöken arzusunu varoluşun, bir hiç uğruna feda ediyorum. Kendimden geçiyorum sana, diz çöktüğüm toprağında buluyorum çamurumu, ona üflüyorum adını, yaktığın canımı.

Aşka geliyorum yani, ona dönüyorum olduğum yerde. Filizler veriyorum, yok olduğum yerdeymişim meğerse..

Ali Akçakaya

Sayıklamalar

Otobüs duraklarına gittim. Gelip geçenlere bakakaldım. Bir akşam vakti, üst geçidin orada durdum, bu sefer sustum orada. Boğazlardan aktım, sulara kirlendim, bir kedi geldi tünedi kucağıma, başını okşadım. Bir şey düşünmedim, aklımdan bir şey geçmedi. Amcam öleli 20 yıl olmuş, zamanın zarafeti.

Kitapları ittim kenara, notlara bakmadım hala. Üzgün müyüm, pekala. Bu vasatlığın ortasında, sıramı savamadım ya, onun da zamanı var gelir belki. İşler güçler bitmedi gitti, daha iyisini giymek, alasını yemek için mi? Peki! İyilik güzellik olsun dedik diye mi? Kursağımızda yaldızlı lokmalar, yüksek ökçeli egolar, başımız göğe de ermedi. Eremedik gitti. Neticenin hüsranına gelinlikler giydirip mürvetlerine ağıtlar yaktık. Lakin o canlar hala burnumuzda “tütüyor”. Biz kimiz ki, kimliksiz serseri! Bunalımın hüviyetini asıp boynumuza, yolladılar göklerin voltasına, kuşların arasından karalara nazar ederken, o şimdi orada dediğimiz kim varsa, vakti zamanı gelince çekip gitti. Bize düşenin hükmüne yok dedik de, noksanımıza makyajlar yapanlara sus payımızı veremedik. Onlar bir yolunu bulup ağzımızın payını vermişti.

Sonra ne mi oldu. Biletler aldım, pasaportlar, kırmızı ışıklarda dalgınlıkla yollara koyuldum, korna sesleri, küfürler, karşılar, kapalı çarşılar, kazaya bıraktığım namazlar. Benden de geçti sonunda, o da oldu, benden de geçti, cesaretsizlik değil de ne gerek var diyecek kadar tutarsız bir vazgeçmişlik, ya da dillendirmeyeceğim kadar kutsal, ya da batılların baltasındaki nazar. Ne olacaktı ki? Ne yapsan yap, herkesle aynı mahşerde haşrolacaksın ya, ondan belki. Çok da gereği yokmuş yani. Boşa bunca tantana, şatafat falan filan, ne bileyim işte. Belki çoğu şey gibi öylesine. Hadi canım sen de, yaz da geldi, bu kaçıncı yaz, kazlar ve dağlar arasında sevişeli. Barutun ateşle imtahanında aldığım zayıf nokta, hatırlamıyorum şimdi hangi cümlenin sonunda!

Ne mi oldu da yazayım dedim. Bilmem, belki bu kentin havasındaki paydan bana düşen nefes gibi gelgitli bir his. Ya da hep gellerinde yakalandığım manzaralar, yakamozlarımı boğazladılar. Ellerine ay bulaştı, bütün olanlardan onlar sorumlular. Bir çay söyle de içelim, ya da boşver ben geçeyim, biraz yürüsem iyi gelecek. Hadi bakalım öyle olsun, şu hangi adaydı bildin mi, hangisi sağdan ikinci mi, o o, bilmiyorum ki. Çok yürüdük bugün, çok yürüyünce insanın aklına ne gelir ki. Şuradan bir su alayım boğazım kurudu. Adaya bir vapur yanaşıyor. En son ne zaman gittin oraya? Sana ne, boşversene. Sen boşverebildin mi peki!

Bir dilemma, bir araf, ellerim ceplerimde, odunumu sırtladım, al getirdim sana, ateşini harlayacak kadar güçlü nefesimi. Dokun ona, yan, külünü savur yatağıma!

Ali Akçakaya